MUHTEVİYAT ALBÜMÜ

17 Mayıs 2013 Cuma

MAKBER


Her yer karanlık,
Pür nur o mevki
Magrip mi yoksa
Makber mi yarab?

Kabrin çiçekten
Bir türbe olmuş
Dönmüş o türbe
Bir haclegahe

Bir haclegahe
Döndüyse türben
Aç kolların aç
Maşukanım ben



   Nerden esti bilmem ama bugün Makber'i  yazmak geldi içimden.Efenim duymayan dinlemeyen var mıdır?Pek sanmam.Ucundan kıyısından da olsa herkes dinlemiş,herkes bu eserin vuruculuğundan az da olsa nasibini almıştır.Peki ama bu eseri hem böylesine ağır hem de öylesine  vazgeçilmez kılan nedir?

 Şairi Abdülhak Hamit Tarhan...Bu enfes eserin sahibini biraz olsun tanımadan olmaz.Savaş Ay'ın dilinden öğrenelim şairin hayatını (bu arada söylediğine göre  Şükran Ay hanımefendi de çok güzel okurmuş bu eseri).

    ''1852'de İstanbul Bebek'teki Hekimbaşı Yalısı'nda köklü ve eski bir ulema ailesinin ferdi olarak dünyaya geldi. Babası, tarihçi ve diplomat Müverrih Hayrullah Bey, annesi Kafkasya'dan kaçırılmış bir cariye olan Münteha Hanım. Ailenin dört çocuğundan üçüncüsüdür 10 yaşındayken ağabeyi Nasuhi ile birlikte Paris'e Milli Eğitim müsteşarı olarak eğitim sistemini inceleyen babasının yanına önderildi ve eğitimine orada devam etti.
1864 yılında Paris'ten İstanbul'a döndü.
Yurda döndükten sonra Robert Kolej'e girdi.
Bir süre sonra babasının Tahran büyükelçisi olarak atanması üzerine onunla birlikte Tahran'a gitti, Farsça öğrendi ve İran edebiyatını tanıma fırsatı buldu.
Döndüğünde Tahran hatıralarını anlatan "Maceray-ı Aşk" adlı ilk eserini yazdı.
Fatma Hanım ile evlendi Hüseyin ve Hamide adında iki çocuğu oldu. Abdülhak Hamit, evliliğinin ilk yıllarında ilk şiirlerini yazdı. "Sabr ü Sebat" adlı oyunu yazdı, "İçli Kız", "Dubter-i Hindu" "Garam" ve "Sardanapal", "Nazife" gibi eserleri bu dönemde verdi.
Büyük bir üretkenlikle birbiri ardına çıkardığı kitapları geniş yankı buldu, ünü Osmanlı ülkesine yayıldı.
Hariciye mesleğini seçen ve 1876'da Paris elçiliği ikinci kâtibi olarak Fransa'da görevlendirilen Abdülhak Hamit, eşinin verem olması üzerine o sırada görevde olduğu yerden İstanbul'a getirmek istedi ama Fatma Hanım İstanbul'a varamadan Beyrut'ta hayatını kaybetti. Şair, Beyrut'ta kaldığı kırk gün boyunca her gün Fatma Hanım'ın mezarını ziyaret etti ve ünlü şiiri Makber'i yazdı.
Makber'in yayımlanması ile ünü birden arttı, imparatorluk sınırlarına çıktı. O güne kadar düzyazı alanındaki eserleriyle tanına Hamit, eşinin ölümünden sonra şairliği ile anılır oldu.
1928'de İstanbul milletvekili olan Hamid, hep bu görevde kaldı. 12 Nisan 1937'de Maçka Palas'ta hayatını kaybetti. Ulusal cenaze töreniyle Zincirlikuyu'ya gömüldü. Hamit şimdinin en ünlü ve değerli mezarlığı sayılan Zincirlikuyu'ya gömülen ilk kişidir.''




Gelelim Makber'e...Şöyle bir durum var ki,bizim bildiğimiz 'her yer karanlık' diye başlayan eserle kaynaklarda geçen Makber şiiri birbirinden farklı.Bestelenip hafızamızda Makber olarak yer etmiş dizeler de yine Abdülhak Hamit'in bir tiyatro eserinden alınmış (bkz:Tarık) ve Mehmet Baha tarafından bestelenip icra edilmiş.Karısı büyük aşkla sevdiği Fatıma hanımın ölümü üzerine yazdığı orjinal Makber'in  sözleriyse şöyle:


Eyvah ne yer ne yar kaldı,
Gönlüm dolu ah u zar kaldı.

Şimdi buradaydı gitti elden,
Gitti ebede gelip ezelden.

Ben gittim o haksar kaldı,
Bir köşede tarumar kaldı.

Baki o enisi dilden eyvah,
Beyrutta bir mezar kaldı.

Bildir bana nerde nerde Ya Rab,
Kim attı beni bu derde Ya Rab,
Nerde arayayım o dil rübayı,
Kimden sorayım bi-nevayı.

Derler ki unut o aşnayı,
Gitti tutarak reh-i bekayı.

Sığsın mı hayale bu hakikat,
Görsün mü gözüm bu macerayı?

Sür'atle nasıl da değişti halim,
Almaz bunu havsalam hayalim.

Çık Fatıma! lahdden kıyam et,
Yadımdaki haline devam et,
Ketm etme bu razı şöyle bir söz,
Ben isterim ah öyle bir söz.

Güller gibi meyl-i ibtisam et,
Dağı dile çare bul meram et,
Bir tatlı bakışla bir gülüşle,
Eyyamı hayatımı temam et.

Makber mi nedir şu gördüğüm yer,
Ya böyle reva mı ey cay-ı dilber.



   Ama ister bizim bildiğimiz Makber olsun isterse yukarıda verdiğim,aynı temayı taşıyor...Ölüm acısı...
 Sözlerinden buram buram keder   akıyor.Abdülhak Hamit Gülhane Parkı'nda bu şiiri okuduğunda insanların gözyaşları sel oluyor.Şu sözleri başka hangi acı yazdırırdı insana?Karısına tapan ve onu kaybetmenin acısıyla kahrolmuş bir aşığın sözleri olmalı bunlar.
   
    Bu hislerde kalbi yanan  kişi bir daha nasıl hayata tutunur,nasıl mutlu olur diye düşünmüyor değil insan.Bu ne sevgi ,bu ne ızdırap dedirtiyor inceden inceden.Şair ve aşkı gözümüzde büyüdükçe büyüyor.Bu aşk,aşık ve maşuka bizi kendilerine ne kadar da  hayran,bir o kadar da mahzun bırakıyor.Ne büyük ne asil bir aşk,değil mi?
 
    Düşüncelerinizi kırmak gibi olmasın da,hakikat pek  de öyle değil.Bu aşkın ızdırabını çok uzun süre yaşamıyor şair.Zaten hızlı olan aşk hayatı,karısını kaybettikten sonra da  devam ediyor.Her ne kadar eşinin   ölümüne gerçekten  çok üzülüp bu şaheseri yaratmış olsa da,üzerinden çok zaman geçmeden gönül maceraları tekrar başlıyor.Çoğunluğunu yabancı hanımların oluşturduğu aşk defterinin sayfaları arasına beş evlilik daha sıkıştırıyor Abdülhak Hamit Tarhan.Son evliliğini 18 lik bir çıtırla,pardon,18lik bir Belçikalı hanımla yapıyor.
 
    Yazının bu kısmı biraz şairi yermek ve Makber'le ilgili tüm fikirleri yıkmak istermişçesine yazılmış gibi,farkındayım.Ama aslında böyle bir amacım yoktu.Şair hakkında fikirler ne olursa olsun,ne asıl makberin ne de 'Pür nur o mevki nerdedir yarab?' diye haykıran Makberin  bende uyandırdığı ve eminim sizde uyandırdığı hisler değişmiyor.Aslında şairin özel hayatıyla ilgili şeylerden de  bu amaçla bahsettim.İşin aslının hayalimizdeki gibi olmadığını anlasak da,Makber yarattığı havadan hiçbir şey yitirmiyor,yıllardır aynı kederi nesilden nesile taşıyor,aynı şiddetle içe işliyor ve sırf bunun için bile Abdülhak Hamit hayran olunmayı hakediyor...
 
    Ben de sizi ,bana göre en güzel makber yorumlarıyla başbaşa bırakıp çekiliyorum.
   
                               
                                   Pür nur o mevki belki de makberdir yarab...















     

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder